11 Mayıs 2011 Çarşamba

Burda dergisi (Mayıs '11)

Burda dergisi kendini geliştirmiş. Yıllardır aynı modelleri veriyorlardı. İşte bu ayki dergide beğendiklerim:



Buna bayıldım. 70'lere geri dönüş :)

Plajda giymek için bunu dikeceğim. Patronlarını çıkardım bile.




Bu elbiseyi de diktikten sonra sprey boyayla boyuyorsunuz. Çok güzel!

30 Dakikada Masa Örtüsü Nasıl Dikilir?



İhtiyacınız olan:
  • Kumaş
  • Dikiş makinesi
  • Makas
  • Mesura
  • Ütü
Tam ölçülerine göre örtüsü olmayan masama örtü dikmeye karar verdim. Masamın ölçüleri 60*80. Her kenardan 20 cm kumaş sarkacağını ve dikiş payı da ayırmam gerektiğini düşünerek 100*120 cm kumaş kestim. Dikişlerin düzgün olması için dikmeden önce dikeceğim yerleri katlayıp ütüledim. En son olarak dikiş makinesinde kenarlarını dikip bitirdim.

Başka ne yapabiliriz diye düşündüğümüzde güzel fikirler çıktı. Eşimin aklına gelen, aynı kumaştan sandalyelere minder dikmek oldu. Ben de yine aynı kumaştan amerikan servis ve peçete dikmeyi düşündüm. Fikirlerimizi gerçeğe dönüştürünce dikim aşamalarını fotoğraflarla destekleyerek burada paylaşacağım.

Bu kumaştan,



Böyle bir masa örtüsü çıktı:




Bu örtü ile uyumlu olacak başka neler yapılabilir? Aklınıza gelenleri paylaşın. :)

1 Mayıs 2011 Pazar

20 Nisan 2011 Çarşamba

Thor'u beklemek...



Anthony Hopkins, Samuel Jackson, Natalie Portman ve Jaimie Alexander'ın (ki onu Kyle XY'dan tanıyoruz) oyuncu kadrosunda yer aldığı film Thor'un trailer'ını çok ilgi çekici yapmışlar. Binanın içinde gezerken tıklayarak farklı bölümlerle ilgili fotoğraf, bilgi ve videoları bulabiliyorsunuz. Bu, ayrıntılardan sadece biri.

İsveçli aktör Alexander Skarsgard (onu da True Blood'da Eric olarak görmüştük) başrolü Portman ile paylaşıyor. Söylemekte fayda var Anthony Hopkins filde Amerikan tanrılarından Odin'i canlandıracakmış. Merakla bekliyoruz.


Thor's Trailer

5 Nisan 2011 Salı

Kız ile Tanışmak



Ne büyük şans! Güneşli bir gün... Karnını iyice doyurmuş olmanın ağırlığı  çökmüş vücuduna. O ağırlık çökmüş vücudu bırakıveriyor çimenlerin üzerine, tabi güneş ışıklarının ideal şekilde düştüğü yeri özenle hesaplayarak.

Yanından insanlar geçiyor renk renk atkıları ve paltolarıyla. Ama O daha çok mavi giyenleri fark ediyor. Maviyi daha çok seviyor çünkü. Çimenlerin rüzgârla titreşen uçlarına dokunurken serin çimenlerin tırnaklarının arasından geçtiğini duyumsuyor. Özellikle üzerine ışık yansıyan çimenlere dokunuyor. Sonra bir diğerine ve bir diğerine…

Üç metre ilerideki ahşap banka kahverengi paltolu bir kız oturuyor. Kızın O’na baktığını hissediyor, yine de çimenlere dokunmaya devam ediyor. Kız, çantasından bir sigara çıkarıp yakıyor. Ağzına doldurduğu dumanı, dişlerinin arasından hafifçe çektiği hava ile birleştirerek ciğerlerine gönderiyor. Bu sırada kızla göz göze geliyorlar. Kız, O’nun ne kadar sevimli olduğunu düşünürken, O da kızın böyle bir günde neden güneş ışıklarını hesaplamadan, yarısı gölgede olan bir yere oturduğunu anlamaya çalışıyor.

Hiç beklemediği bir anda kız O’na doğru elini uzatıyor. Bir saniyeden biraz uzunca bir süre düşündükten sonra aniden yattığı yerden kalkıp kızın yanına doğru ilerliyor.

Onun konuştuğu dili bilen çok az insan vardır. Çoğu zaman ağzınızdan ses çıkmasa da birçok şeyi anlatabilirsiniz. Bu yüzden çok heyecanlanıyor çünkü ilk kez O’nun dilini bilen, O’nu anlayan bir insanla karşılaşıyor. Müthiş bir heyecan dalgası bedenini sarsarken, korkarak kızın eline dokunuyor. Soğukta üşümüş ellerin nasıl bu denli sıcak olduğunu merak ediyor. Eğilip kızın eline burnunu yaklaştırıyor. Parfüm kokusu… Sandal ağacı, yasemin, belki biraz da portakal çiçeği… Hafif bir rüzgâr esiyor o sırada. Yapraklar ağacın gövdesinden kurtulmak istercesine çırpınıyor. Gözlerini kısıp rüzgârı daha iyi hissederken saniyeler birbirini kovalıyor. Kim bilir neler geçiyor o sırada aklından.

Yavaşça açıyor gözlerini. Kızla bakışları kesişince gözbebekleri büyüyor. Kız iki gözünü birden usulca açıp kapayarak göz kırpıyor O’na. Ama bu hareketin ne anlama geldiğini çoğu kişi bilmez. Bu nedenle bir kez daha şaşırıyor. O da gözlerini yavaşça açıp kapayarak, kıza “ben de seni seviyorum” diyor. Kız gülümsüyor. Ve bu kız gülümserken gözlerin içi de gülüyor. Artık ne zaman bir kız O’na gülümsese, güneşli bir kış günü gelecek aklına. Kız gülümsemeye devam ediyor. Güneşli bir kış günü gibi…

Kızın yanına oturuyor ve açık duran eline yanağını yaslıyor. İpekmişçesine okşanan o yanak artık eski yanak değil sanki. Üzerinde hala okşamanın verdiği his duruyor. Hiç kımıldamıyor ki okşama hissi düşmesin yanağından. Tüm bedeni sevgiyle titriyor. Yavaş hareketlerle kıza biraz daha yaklaşıyor be başını dizlerine koyuyor. Üzerinde başka bir koku daha var. “Benim cinsimden birinin kokusu bu” diye düşünüyor. Kızın büyük olasılıkla birlikte yaşadığı hemcinsini kıskanıyor. “Onun yerinde ben olabilirdim” diyerek iç çekiyor.

Kızın, bileklerinden parfüm kokusu yayılan elleri O’nun omuzlarını okşuyor şimdi. Yüzünü yalayarak esiyor rüzgâr. Gözlerini kapatıyor. Belleğine kazıyor bu anı. Saçları uçuşuyor esintiyle. Ne kadar süre öylece durdular bilemiyor. Zamanın içinde bir boşluk bulmuş sanki. Ve o boşluktan çıkmak istemiyor hiç. Ama kızın konuşmaya başlamasıyla çıkmak zorunda kalıyor. Ağzından çıkanların ne anlama geldiğini anlamadan kızın gözlerinin içine bakıyor. “İyi şeyler söylüyor olmalı, gülümsüyor çünkü”. Oturduğu banktan kalkıyor kız ve O’na bakarken gözlerini açıp kapatıyor yine. O da kıza aynı şekilde karşılık veriyor. Kız arkasını dönüp uzaklaşmaya başlayınca O da banktan kalkıp takip ediyor. Birkaç adım sonra durup kızın gidişini izliyor.

Hüzünlü çünkü kızla yaşadığı bu iletişimi bir daha bulabilir mi bilmiyor. Mutlu çünkü kız her zaman orada bir yerde olacak ve kendisini seven birinin varlığını bilmek O’nu rahatlatıyor. Mutluluğu hüznüne ağır basıyor. Banka gidip oturuyor. Son on dakikadır yaşadıklarını tekrar geçiriyor aklından gözlerini kısarak. Bıyıklarını titretiyor. Güneşli bir gün olmasına rağmen hava serin. Kuyruğunu bedenine dolayıp ısınmaya çalışıyor. Güneşli bir günde mutlu, ama üşüyor.

Sevimli Nisan ayı takvimi :)



Daha önce ocak ve şubat ayı takvimlerini paylaştığım Curiosity Group nisan ayı takvimini sunar:

http://curiositygroup.com/wp-content/uploads/2011/03/Curiosity_april_cal_jazz_final.pdf

Koleksiyoncular için yağmurlu, şemsiyeli Mart ayı takvimi de aşağıda:

http://curiositygroup.com/wp-content/uploads/2011/03/Curiosity_april_cal_jazz_final.pdf





Enjoy!

28 Ocak 2011 Cuma

Sisli Bir Kış Akşamıydı



Sisli bir kış akşamı… Yine de güneşin batarkenki kızıllığını görebiliyorum. Yağmur çiselemeye başlıyor. Yere düşmemeye çalışarak üstünde yürüdüğüm raylar benimle dalga geçercesine parlıyor.

Etrafıma bakıyorum. Gözüme bir bank kestiriyorum ve gidip oturuyorum. İnsanları izlemeye başlıyorum. Kimi oturan, kimi hızlı, kimi yavaş yürüyen, kimi üzerine bastığı kurumuş yaprağın çıkardığı sesi bile duymayan insanları… Her zaman bir yere yetişme telaşında olan aceleci insanları… Belki hayatım boyunca bir daha karşılaşmayacağım, bir sonraki dakika unutacağım yüzleri…

Sıcacık yatağımda olmayı arzuluyorum. Eve gitmek o kadar zor geliyor ki. “Nasıl gitsem? Taksiyle mi? Hayır! Ben otobüsle gitmek istiyorum. Halk, ekmek parası ve evden işe, işten eve mekik kokan, ter kokan otobüslerden biriyle… Ama kaç numaraydı? Neyse, birine sorarım”.

Biraz ileride bir simitçi görüyorum. Herkesin olduğu gibi simitçinin de gözlerinde hüzünden buğular var. Ve akşamın bu saatinde henüz satamadığı yirmi kadar simidi… Cüzdanıma bakıyorum. Yanımda fazla para yok. Simitçiden kaç numaralı otobüse bineceğimi öğreniyorum ve üç tane simit alıp para üstünü bilerek unutuyorum. Simitleri çantama koyup otobüs durağına doğru ilerliyorum.

Otobüsü beklemeye başlıyorum. Gözüme bir kadın ve kucağındaki yarı çıplak çocuğu takılıyor. Hava soğuk. Aç gibiler. Çantamdaki simitleri çıkarıp onlara veriyorum. “Allah ne muradın varsa versin” diyor, “Allah tuttuğunu altın etsin!”

Birine yardım etmenin sevinci içinde durağa dönerken otobüs geliyor. Kaçırmamak için koşuyorum. Otobüsün basamaklarını dikkatlice çıkıyorum. Biletimi kutuya atıp arkalarda bir yer seçiyorum kendime. Seçiyorum çünkü otobüste beden başka kimse yok. Aldatıldım yani. Ama yine de o kokuyu duyabiliyorum.

Evime yakın bir durakta iniyorum otobüsten. Eve bir an önce girmek için büyük bir istek duyuyorum. Apartmana giriyorum. Çantamdan anahtarları çıkarıyorum. Tam kapıyı açacakken içeriden biri açıyor kapıyı. Ve… “Aman Tanrım!”

        Zrrrrrrrr…
        - Haydi çocuklar, tamamlayın artık cümlelerinizi.
        - Bir dakika hocam.
        - E, ama yavrum zil çaldı, haydi!

Sınıftayım. Etrafıma bakıyorum. Gözüm pencereye takılıyor. Yağmur damlaları camlarda. Öğretmen kâğıdımı alıyor. Bense sadece düşünüyorum. Hemen çantama bakıyorum. Tahmin ettiğim gibi! Simit susamları…


*Bursa’nın yerel gazetesi olan “İlk Adım”ın 12 Şubat 2002 tarihli sayısında, “Gençlerden Mektup Var” köşesinde yayınlanmıştır.

27 Ocak 2011 Perşembe

Kararsız (Short-shorts)


"Nasıl üstesinden geleceğiz biz bu işin" diye sordu.
Öteki cevap verdi: "Aslına bakarsan üstesinden gelmek isteyip istemediğimden emin değilim". 

26 Ocak 2011 Çarşamba

"O"



Sabahın beş buçuğunda cıvıldamaya başlıyordu kuşlar. Rengârenk çarşafların içinde güne uyandığında yüzünde beliren gülümseme, bahar geldiği için mi, yoksa alış-veriş yaptığımızda yaşadığımız yenilik, değişiklik duygusundan mı?

Gülümsemesinin nedenini söylemek zor çünkü o zaten hep gülümsüyor. En ufak şeylerden mutlu olabiliyor. Ama gülümsememesinin nedeni çok açık. Bütün hayatınız boyunca çalışsanız, sırf bir sertifika almak için sınavlara girseniz ve sonunda biri çıkıp o belgeyi size veremeyeceğini söylese, ne hissederdiniz? Uzun süreli bir beraberliğin ardından çekilen acıların, sarf edilen emeklerin ve gösterilen saygı, sevgi ve sabrın bir hiç uğruna olduğunu fark ettiğinde o da böyle hissetmişti. Tabi ki öğrendiği şeyler olmuştu ama elinde sertifikası olmadan pek bir işe yaramıyordu açıkçası. Bu şekilde öğrenmeyi istememişti ayrıca.

Onu beş kelime ile tanımlayabiliriz: Yaptığının-doğru-olduğuna-inanan-biri. Evet, şimdilik böyle biriydi.

Yaşadığımız evrende milyonlarca kişinin arasından kendimize uygun kişiyi bulmamız çok zor. Henüz bunu kolaylaştırmak için elektronik bir cihaz da keşfedilmedi. Bu durumda yapılabilecek en doğru şey yeniliklere açık olmak. O, terk edişinin doğru bir karar olduğunu biliyordu. Kendini yeni bir dünyaya bırakıverdi uçurumun tepesinden. Öncekinden daha kolay olmayacağını da biliyordu. Yere değdiği an yine canı yanacaktı ama en azından artık ona “hayır, yapma, atlama” diyip duran biri olmayacaktı. Özgür irade, bireysel tatmin ve huzur… Hayatının sondan kaçıncı gününü geride bıraktı bilinmez ama bir gece daha mutluluk adakları adayarak kendini uykuya teslim etti.

Gece deliksiz uyudu. Öğleden sonra açtı gözlerini güne. Kuş sesleri, nöbeti insan seslerine devretmiş. Pencereden dışarı baktı ve yine kalbinin kırıldığını, yalnız biri olduğunu hatırladı. Bunların tekrar aklına gelmesine, ya yolda el ele yürüyen bir çift, ya da koşarken düşüp üstünü kirleten bir çocuk ve o çocuğun pantolonundaki çamurları temizlerken bir yandan da gülümseyen bir baba neden olmuş olabilir.

Yeniliklerle dolu bir güne uyandığında bu yeniliklerden birinin, mantıkla duygunun asla bir arada gitmeyeceğini fark etmesi olacağından habersizdi. Yine bir yerlere yetişme telaşı içinde. Ve bugün, bir ay önce ona fal bakan kadının sözleri gerçekleşecek. Bol fırsat… Evet, falcı bunu bildi ama fırsatları nasıl ayırt edeceğini söylememişti. Önemli olan da bu noktaydı zaten. Şimdi O, falcıların bir bok bilmediğini düşünüyor. Ama bunun başvurmakta geç kaldığı bir iş fırsatını elinden kaçırması ile bir ilgisi olmadığına inanıyor.

Bugün duyguları bir önceki güne oranla daha ağır basıyor. Mantıklı düşünmeye başlamasının zamanı çok tan gelmiş, bunu biliyor ama geçmiş öyle bir şey ki, beklemediği bir zamanda gelip yüzünde zaten eğreti duran gülümsemeyi birdenbire hüzne çeviriyor. Bu anlar, bu kadar üzülmemesi gerektiği gerçeğini değiştirmese de sorumluluklarını yerine getiren bir mantık tanrıçası olmasını engelliyor. Böyle anları sakarlık da tetikliyor. “Lanet olsun” diyor dişlerini sıkarak. Elindeki bardağı yere düşürdü.

Odasının duvarında asılı duran Finlandiyalı adamın resmiyle konuşuyor. Bir evcil hayvan edinmeyi düşünüyor. Arkadaşlarıyla konuşup acısını başa sarıyor. Annesini özlüyor. Hayır, herkesin dediği gibi boşluk hissetmiyor. Hissettiği şey, birdenbire tekrar özgür olabilmenin şaşkınlığı ve iki ay sonra neler olacağının merakı. Mumlar yakıp, slow şarkı dinleyip, sarhoş olup ağlamıyor. Kendini küçültmüyor. Hayatına eskiden olduğu gibi, sadece daha özgürce, kaldığı yerden devam ediyor.

Bir de eskisinden çok daha fazla düşünüyor yaşam hakkında. Beyin egzersizi yapmak iyidir. IQ’nuzu yükseltir. Böylece size uygun bir karşı cins bulmak daha da zorlaşır. En azından şu bahsettiğim elektronik alet icat edilene kadar.

Saatin “tik tak”ları, sobanın çıkardığı kesintisiz ses… Geceleri bunları dinliyor. Gündüz ise Rock. Yolunu şaşırmış turistlere yardım ediyor. Ve uzun süre bekleyip yaşayamadığı, insanların O’na yaşatamadığı, ama O’nun devamlı insanlara vermeye çalıştığı mutluluğu yine çevresindekilere vermeye devam ediyor. Ve her saniyeyi isteyerek yaşamaya kararlı görünüyor. O’nun ne planladığını bilemeyiz. Belki O da henüz bilmiyordur. Belki tüm bunları düşünerek sabahın dördünde girdiği yatağında uykuya dalmaya çalışmıştır. Bilemeyiz.

Yeti & Jean

Kim ki bunlar?

Curiosity Group'un 2011 yılı için yaptığı takvim karakterleri. İndiriyorsunuz, çıktısını alıyorsunuz, kesip yapıştırıyorsunuz. Çok sevimli!

Ben Yeti'yi yaptım. Böyle oluyor:


Siz de sevimli canavar Yeti'den isterseniz, buyrun buradan indirin.

"There was once a cat-loving Yeti,
Whose favourite dish was spaghetti,
'Till he went to Nantucket,
And looked in a bucket,
And saw ice cream topped with confetti."

 Jean ise Şubat ayı köstebeğimiz, o da burada.

"There once was a groundhog named Jean,
Of weather prediction she's queen,
But she's rather cautious,
And crowds make her nauseous,
She'd rather predict from below that be seen."


20 Ocak 2011 Perşembe

Dikiş makinesi tutkunlarına...


Dikiş dikmek için kumaş mı aradınız? Ne yazık ki İstanbul'da bile büyük bir sorun bu. Çok aradım fakat güzel desenli kumaşlar bulamadım. Bulduklarım da toptan satıyordu. Her ne kadar satıcı halime üzülüp birkaç metre satsa da bana, bu devamlı yapabileceğim birşey değil.

Sonra IKEA'daki kumaşlardan aldım ama her ne kadar desenleri fena olmasa da (buradan bakabilirsiniz) oldukça kalın kumaşlar.


Sonuç olarak, sizinle paylaşmak istediğim, benim de en kısa zamanda ziyaret etmem gereken yer:
burası .

19 Ocak 2011 Çarşamba

1 Missy + 1 Zeytin

Aylarca balık almayı düşündüm. Ama Missy "ne yapar, psikolojisi bozulur mu, zavallı balığa işkence mi eder" gibi sorular beynimi kurcalayıp duruyordu. Sonunda yapacağımı yaptım.

Artık evde soluk alıp veren 4 canlıyız.

Çok ilginç ama Missy bir saat boyunca şaşkınlıkla Zeytin'i izledi.


Ve sonra hiçbir şey olmamış gibi yapmaya devam etti. Zeytin yokmuş gibi davranıyor, sanırım henüz kabullenemedi. Ya da fırtına öncesi sessizlik bu. Dikkatli olmalıyım...

Aileye yeni katılan Zeytin, siyah bir Japon. Anladığım kadarıyla kendisi en az 1 yaşında olan ergen bir delikanlı. Solungaçlarının yanlarındaki beyaz sivilce gibi şeylere bakılırsa, aynı zamanda çiftleşmeye hazır bir delikanlı. Belki de ona güzel bir kız arkadaş gelir. Bakalım...

İstanbul'un Madalyonu ve Madalyonun Arka Yüzü

 
Bir süre kuş bakışı seyrettim şehri hastanenin en üst katından. Sanki çok mutluluk ve huzur dolu bir yermiş gibi, hastaneyi en manzaraya doymuş yerine koymuşlar şehrin. Oradan manzaraya bakınca üzüntülerin, sıkıntıların siliniverecekmiş gibi. Hastaneler ve hapishaneler manzaranın en gereksiz olduğu yerlerdir. 

Çanak antenler mantarlar gibi bitivermiş evlerin tepelerinde. Ve bu, her yerini mantar kaplamış, herkesin birbirine düşman olduğu şehirde, evler öylesine dip dibe ki, insan bilmese gerçeği, dayanışma dolu olduğunu sanabilir İstanbul’un. Göz alabildiğine kalabalık İstanbul. Tenha bir yere gelince, insanlar sürüden ayrılmışlık hissiyle telaşa kapılıyorlar.
Camiler şehri İstanbul… Hocalar her gün “insanları sevin” diye vaazlar veriyorlar ama bu şehrin sakinleri insanları sevmiyor. Oysa çok dinine bağlı bir şehir İstanbul. Sinagoglar, kiliseler, camiler insanlarla dolup taşıyor. Ve üzerinde ampul işareti olan afişlerde bazılarının “İstanbul için aşkla yola çıktıkları” yazıyor. Oysa bu şehirde gerçek olmayan şeylerin başında aşk geliyor. 

Bir adam kaldırıma yatmış uyuyor. Utanmıyor, şehrin yüzsüzlüğü ona da geçmiş. İnsanlar onun ceketinin kenarına basıp geçiyorlar. Bu şehir onları o kadar vurdumduymaz yapmış ki, onlar da insanlıklarını sorgulamıyorlar. Bu tabloya sürekli rastlıyorsunuz. Kimse müdahale etmiyor bu akşamdan kalma şarapçılara. Bir süre bu şehirde yaşayınca her şey olağan geliyor insana. İnsan bulunduğu mekâna çok çabuk uyum sağlıyor. Ve burada iyi niyeti o kadar suistimal ediliyor ki insanın, sonunda o da diğer şehir sakinleri gibi kalpsiz olup çıkıyor. 

İnsanlar karanlığa kalmamak için neredeyse birbirlerinin üstlerine basarak o insan istifi otobüslere binmek için çabalayıp duruyorlar. Küçük yerlerde böyle tıklım tıklım otobüsler olmuyor, olsa da insanlar bir sonraki otobüsü bekliyorlar ezilmemek adına.
Yine de İstanbul seviliyor. Şairler onun için şiirler yazıyor, dünyanın dört bir yanından insanlar onu görmek için geliyorlar. İnsanları ondan ne kadar şikâyetçi olsa da, ayrı kalınca en fazla üç gün dayanıp tıpış tıpış İstanbullarına geri dönüyorlar. 

Bir şey ne kadar gizemli, ne kadar elde edilmesi zor olursa, o kadar cazibeli oluyor. İstanbul’un durumu da bu galiba. Kimse anlayamıyor İstanbul’u ve tamamen sahiplenemiyor kimse. Bu yüzden İstanbul her zaman güzel ve herkes onu istiyor. Aslında İstanbul çok iyi biliyor hiçbir özelliği olmadığını ve kullandığı politika sayesinde çok başarılı bir şekilde örtüyor kötü yönlerini. Tıpkı siyah giyip zayıf görünmek gibi…


Önceki gün Raising Hope izlerken Jimmy Kennedy’nin yazdığı bu şarkı denk geldi. Öyküme de tam uydu, buyurun:

“...
Even old New York was once New Amsterdam
Why they changed it, I can't say
(People just liked it better that way)
Take me back to Constantinople
No, you can't go back to Constantinople
Now it's Istanbul, not Constantinople
Why did Constantinople get the works?
That's nobody's business but the Turks'.”

Monolog


İki tarafı ağaçlarla kaplı bir yol… Sonu yok. Yürüyorum. Gökyüzü o kadar güzel ki! Kar tanelerinin peş peşe gelişini sabaha kadar izleyebilirim. Ağaçlar beyaz pijamalarını giymiş, gecenin gelmesini bekliyor. 

Aslında güzel bir gündü bugün. Ama nedense üzülmem gereken bir şey varmış gibi hissediyorum. Güzel bir gün geçirmeyi hak etmiyormuşum gibi… Olayların yeterince güzel geçmesi şaşırtıyor beni.

Doğru söylemek gerekirse, şehrin bu beyazlarla kaplı halini seviyorum. Bu manzarayı seyretmek, bembeyaz tenli bir bebeğin uyurkenki mimiklerini seyretmek gibi. Şehir temiz görünüyor en azından. Ama soğuk. Soğuğu sevmiyorum. Keşke kar sıcak olsaydı. Bakın yine şikâyet etmeye başladım. Ben böyleyim işte. Hiçbir şeyle yetinemiyorum. Gerçi bu halimden memnunum. Çünkü çok mutlu olduğumu hayal ettiğim zamanlarda hep aynı soruyla karşılaşıyorum: Ya sonra? Büyük mutluluğun sonunda daha büyük bir mutluluk mu var? Eğer öyleyse iyi ama ya kötü bir şey varsa? Kendimi riske atamam. Ya da bunları merak etmek, cevaplarını hiç bulamamak çok daha güzel. Yoksa ne anlamı kalırdı ki yaşamanın?

Ve ben araştırmayı seviyorum. Bunu daha yenilerde fark ettim. Benim için bir şeyi bilmek önemli değil, o bilgiyi elde etmeye çalışmak önemli. Bir şeyi elde etmek için ne kadar fazla çaba gösteriyorsan, o şey senin için o kadar değerli oluyor. Aslında bu tür cümleleri seviyorum. Hayat hakkında küçük ipuçları gibiler. Neden bilmiyorum ama son zamanlarda bu tür cümleleri çok sık kullanmaya başladım. Böyle gidersem erdem küpü olup çıkacağım. 

Erdemli olmak… Acaba şu karşıdan gelen mavi paltolu adam bunun anlamını biliyor mudur? Amaan! Erdemli olmak da çelişkili. Herkes erdemli olmaya çalışıyor. Oldun diyelim, ne oldu? Çok şey bilmenin ağırlığı omuzlarında ve artık yapacağın bir şey kalmadı. Kendine yeni bir hedef bulman gerekecek. Anlaşılan her şey tekrardan ibaret. Bu da insanları oyalamanın bir yolu olmalı. 

İnsanları anlayamıyorum. Biraz önce selam verdiğim kadın beni tanımadı. Daha dün tanışmıştık. Ben tanımamış olsam bile bana selam verene karşılık veririm. Benim asıl anlamadığım insanların değişmiş olması. 21. Yüzyıl ruh hali ya da teknolojinin insanlar üzerindeki olumsuz etkisi. Toplumla birey arasındaki mesafe o kadar fazlalaştı ki, dayanışmadan, beraberlikten, hatta sevgiden söz etmek mümkün değil. Bunu kadının yüz hatlarından da anlamak kolaydı. Ya da giydiği giysinin renginden… Gri…

Bu kadar yürüyüş yeter. Kardan adama döndüm. Zaten ağaçlar da uyumuş. Evi olmayanlar uyumak için bankamatik aramaya başladılar bile. Eve de geldim zaten.  Manzaralı bir hayat analizinden sonra sıcak bir ortamda dumanı üzerinde bir kahve iyi gelecektir bana. Pencereden dışarıyı izlerim. Kar tanelerinin yıldıza benzeyen yapılarını… Gelip geçenleri… Mutlu insanları, mutsuz insanları… Koşanları, yürüyenleri… Bu kalabalıkta birbirine çok yakın ama duygusal anlamda bir o kadar uzak insanları…