28 Ocak 2011 Cuma

Sisli Bir Kış Akşamıydı



Sisli bir kış akşamı… Yine de güneşin batarkenki kızıllığını görebiliyorum. Yağmur çiselemeye başlıyor. Yere düşmemeye çalışarak üstünde yürüdüğüm raylar benimle dalga geçercesine parlıyor.

Etrafıma bakıyorum. Gözüme bir bank kestiriyorum ve gidip oturuyorum. İnsanları izlemeye başlıyorum. Kimi oturan, kimi hızlı, kimi yavaş yürüyen, kimi üzerine bastığı kurumuş yaprağın çıkardığı sesi bile duymayan insanları… Her zaman bir yere yetişme telaşında olan aceleci insanları… Belki hayatım boyunca bir daha karşılaşmayacağım, bir sonraki dakika unutacağım yüzleri…

Sıcacık yatağımda olmayı arzuluyorum. Eve gitmek o kadar zor geliyor ki. “Nasıl gitsem? Taksiyle mi? Hayır! Ben otobüsle gitmek istiyorum. Halk, ekmek parası ve evden işe, işten eve mekik kokan, ter kokan otobüslerden biriyle… Ama kaç numaraydı? Neyse, birine sorarım”.

Biraz ileride bir simitçi görüyorum. Herkesin olduğu gibi simitçinin de gözlerinde hüzünden buğular var. Ve akşamın bu saatinde henüz satamadığı yirmi kadar simidi… Cüzdanıma bakıyorum. Yanımda fazla para yok. Simitçiden kaç numaralı otobüse bineceğimi öğreniyorum ve üç tane simit alıp para üstünü bilerek unutuyorum. Simitleri çantama koyup otobüs durağına doğru ilerliyorum.

Otobüsü beklemeye başlıyorum. Gözüme bir kadın ve kucağındaki yarı çıplak çocuğu takılıyor. Hava soğuk. Aç gibiler. Çantamdaki simitleri çıkarıp onlara veriyorum. “Allah ne muradın varsa versin” diyor, “Allah tuttuğunu altın etsin!”

Birine yardım etmenin sevinci içinde durağa dönerken otobüs geliyor. Kaçırmamak için koşuyorum. Otobüsün basamaklarını dikkatlice çıkıyorum. Biletimi kutuya atıp arkalarda bir yer seçiyorum kendime. Seçiyorum çünkü otobüste beden başka kimse yok. Aldatıldım yani. Ama yine de o kokuyu duyabiliyorum.

Evime yakın bir durakta iniyorum otobüsten. Eve bir an önce girmek için büyük bir istek duyuyorum. Apartmana giriyorum. Çantamdan anahtarları çıkarıyorum. Tam kapıyı açacakken içeriden biri açıyor kapıyı. Ve… “Aman Tanrım!”

        Zrrrrrrrr…
        - Haydi çocuklar, tamamlayın artık cümlelerinizi.
        - Bir dakika hocam.
        - E, ama yavrum zil çaldı, haydi!

Sınıftayım. Etrafıma bakıyorum. Gözüm pencereye takılıyor. Yağmur damlaları camlarda. Öğretmen kâğıdımı alıyor. Bense sadece düşünüyorum. Hemen çantama bakıyorum. Tahmin ettiğim gibi! Simit susamları…


*Bursa’nın yerel gazetesi olan “İlk Adım”ın 12 Şubat 2002 tarihli sayısında, “Gençlerden Mektup Var” köşesinde yayınlanmıştır.

27 Ocak 2011 Perşembe

Kararsız (Short-shorts)


"Nasıl üstesinden geleceğiz biz bu işin" diye sordu.
Öteki cevap verdi: "Aslına bakarsan üstesinden gelmek isteyip istemediğimden emin değilim". 

26 Ocak 2011 Çarşamba

"O"



Sabahın beş buçuğunda cıvıldamaya başlıyordu kuşlar. Rengârenk çarşafların içinde güne uyandığında yüzünde beliren gülümseme, bahar geldiği için mi, yoksa alış-veriş yaptığımızda yaşadığımız yenilik, değişiklik duygusundan mı?

Gülümsemesinin nedenini söylemek zor çünkü o zaten hep gülümsüyor. En ufak şeylerden mutlu olabiliyor. Ama gülümsememesinin nedeni çok açık. Bütün hayatınız boyunca çalışsanız, sırf bir sertifika almak için sınavlara girseniz ve sonunda biri çıkıp o belgeyi size veremeyeceğini söylese, ne hissederdiniz? Uzun süreli bir beraberliğin ardından çekilen acıların, sarf edilen emeklerin ve gösterilen saygı, sevgi ve sabrın bir hiç uğruna olduğunu fark ettiğinde o da böyle hissetmişti. Tabi ki öğrendiği şeyler olmuştu ama elinde sertifikası olmadan pek bir işe yaramıyordu açıkçası. Bu şekilde öğrenmeyi istememişti ayrıca.

Onu beş kelime ile tanımlayabiliriz: Yaptığının-doğru-olduğuna-inanan-biri. Evet, şimdilik böyle biriydi.

Yaşadığımız evrende milyonlarca kişinin arasından kendimize uygun kişiyi bulmamız çok zor. Henüz bunu kolaylaştırmak için elektronik bir cihaz da keşfedilmedi. Bu durumda yapılabilecek en doğru şey yeniliklere açık olmak. O, terk edişinin doğru bir karar olduğunu biliyordu. Kendini yeni bir dünyaya bırakıverdi uçurumun tepesinden. Öncekinden daha kolay olmayacağını da biliyordu. Yere değdiği an yine canı yanacaktı ama en azından artık ona “hayır, yapma, atlama” diyip duran biri olmayacaktı. Özgür irade, bireysel tatmin ve huzur… Hayatının sondan kaçıncı gününü geride bıraktı bilinmez ama bir gece daha mutluluk adakları adayarak kendini uykuya teslim etti.

Gece deliksiz uyudu. Öğleden sonra açtı gözlerini güne. Kuş sesleri, nöbeti insan seslerine devretmiş. Pencereden dışarı baktı ve yine kalbinin kırıldığını, yalnız biri olduğunu hatırladı. Bunların tekrar aklına gelmesine, ya yolda el ele yürüyen bir çift, ya da koşarken düşüp üstünü kirleten bir çocuk ve o çocuğun pantolonundaki çamurları temizlerken bir yandan da gülümseyen bir baba neden olmuş olabilir.

Yeniliklerle dolu bir güne uyandığında bu yeniliklerden birinin, mantıkla duygunun asla bir arada gitmeyeceğini fark etmesi olacağından habersizdi. Yine bir yerlere yetişme telaşı içinde. Ve bugün, bir ay önce ona fal bakan kadının sözleri gerçekleşecek. Bol fırsat… Evet, falcı bunu bildi ama fırsatları nasıl ayırt edeceğini söylememişti. Önemli olan da bu noktaydı zaten. Şimdi O, falcıların bir bok bilmediğini düşünüyor. Ama bunun başvurmakta geç kaldığı bir iş fırsatını elinden kaçırması ile bir ilgisi olmadığına inanıyor.

Bugün duyguları bir önceki güne oranla daha ağır basıyor. Mantıklı düşünmeye başlamasının zamanı çok tan gelmiş, bunu biliyor ama geçmiş öyle bir şey ki, beklemediği bir zamanda gelip yüzünde zaten eğreti duran gülümsemeyi birdenbire hüzne çeviriyor. Bu anlar, bu kadar üzülmemesi gerektiği gerçeğini değiştirmese de sorumluluklarını yerine getiren bir mantık tanrıçası olmasını engelliyor. Böyle anları sakarlık da tetikliyor. “Lanet olsun” diyor dişlerini sıkarak. Elindeki bardağı yere düşürdü.

Odasının duvarında asılı duran Finlandiyalı adamın resmiyle konuşuyor. Bir evcil hayvan edinmeyi düşünüyor. Arkadaşlarıyla konuşup acısını başa sarıyor. Annesini özlüyor. Hayır, herkesin dediği gibi boşluk hissetmiyor. Hissettiği şey, birdenbire tekrar özgür olabilmenin şaşkınlığı ve iki ay sonra neler olacağının merakı. Mumlar yakıp, slow şarkı dinleyip, sarhoş olup ağlamıyor. Kendini küçültmüyor. Hayatına eskiden olduğu gibi, sadece daha özgürce, kaldığı yerden devam ediyor.

Bir de eskisinden çok daha fazla düşünüyor yaşam hakkında. Beyin egzersizi yapmak iyidir. IQ’nuzu yükseltir. Böylece size uygun bir karşı cins bulmak daha da zorlaşır. En azından şu bahsettiğim elektronik alet icat edilene kadar.

Saatin “tik tak”ları, sobanın çıkardığı kesintisiz ses… Geceleri bunları dinliyor. Gündüz ise Rock. Yolunu şaşırmış turistlere yardım ediyor. Ve uzun süre bekleyip yaşayamadığı, insanların O’na yaşatamadığı, ama O’nun devamlı insanlara vermeye çalıştığı mutluluğu yine çevresindekilere vermeye devam ediyor. Ve her saniyeyi isteyerek yaşamaya kararlı görünüyor. O’nun ne planladığını bilemeyiz. Belki O da henüz bilmiyordur. Belki tüm bunları düşünerek sabahın dördünde girdiği yatağında uykuya dalmaya çalışmıştır. Bilemeyiz.

Yeti & Jean

Kim ki bunlar?

Curiosity Group'un 2011 yılı için yaptığı takvim karakterleri. İndiriyorsunuz, çıktısını alıyorsunuz, kesip yapıştırıyorsunuz. Çok sevimli!

Ben Yeti'yi yaptım. Böyle oluyor:


Siz de sevimli canavar Yeti'den isterseniz, buyrun buradan indirin.

"There was once a cat-loving Yeti,
Whose favourite dish was spaghetti,
'Till he went to Nantucket,
And looked in a bucket,
And saw ice cream topped with confetti."

 Jean ise Şubat ayı köstebeğimiz, o da burada.

"There once was a groundhog named Jean,
Of weather prediction she's queen,
But she's rather cautious,
And crowds make her nauseous,
She'd rather predict from below that be seen."


20 Ocak 2011 Perşembe

Dikiş makinesi tutkunlarına...


Dikiş dikmek için kumaş mı aradınız? Ne yazık ki İstanbul'da bile büyük bir sorun bu. Çok aradım fakat güzel desenli kumaşlar bulamadım. Bulduklarım da toptan satıyordu. Her ne kadar satıcı halime üzülüp birkaç metre satsa da bana, bu devamlı yapabileceğim birşey değil.

Sonra IKEA'daki kumaşlardan aldım ama her ne kadar desenleri fena olmasa da (buradan bakabilirsiniz) oldukça kalın kumaşlar.


Sonuç olarak, sizinle paylaşmak istediğim, benim de en kısa zamanda ziyaret etmem gereken yer:
burası .

19 Ocak 2011 Çarşamba

1 Missy + 1 Zeytin

Aylarca balık almayı düşündüm. Ama Missy "ne yapar, psikolojisi bozulur mu, zavallı balığa işkence mi eder" gibi sorular beynimi kurcalayıp duruyordu. Sonunda yapacağımı yaptım.

Artık evde soluk alıp veren 4 canlıyız.

Çok ilginç ama Missy bir saat boyunca şaşkınlıkla Zeytin'i izledi.


Ve sonra hiçbir şey olmamış gibi yapmaya devam etti. Zeytin yokmuş gibi davranıyor, sanırım henüz kabullenemedi. Ya da fırtına öncesi sessizlik bu. Dikkatli olmalıyım...

Aileye yeni katılan Zeytin, siyah bir Japon. Anladığım kadarıyla kendisi en az 1 yaşında olan ergen bir delikanlı. Solungaçlarının yanlarındaki beyaz sivilce gibi şeylere bakılırsa, aynı zamanda çiftleşmeye hazır bir delikanlı. Belki de ona güzel bir kız arkadaş gelir. Bakalım...

İstanbul'un Madalyonu ve Madalyonun Arka Yüzü

 
Bir süre kuş bakışı seyrettim şehri hastanenin en üst katından. Sanki çok mutluluk ve huzur dolu bir yermiş gibi, hastaneyi en manzaraya doymuş yerine koymuşlar şehrin. Oradan manzaraya bakınca üzüntülerin, sıkıntıların siliniverecekmiş gibi. Hastaneler ve hapishaneler manzaranın en gereksiz olduğu yerlerdir. 

Çanak antenler mantarlar gibi bitivermiş evlerin tepelerinde. Ve bu, her yerini mantar kaplamış, herkesin birbirine düşman olduğu şehirde, evler öylesine dip dibe ki, insan bilmese gerçeği, dayanışma dolu olduğunu sanabilir İstanbul’un. Göz alabildiğine kalabalık İstanbul. Tenha bir yere gelince, insanlar sürüden ayrılmışlık hissiyle telaşa kapılıyorlar.
Camiler şehri İstanbul… Hocalar her gün “insanları sevin” diye vaazlar veriyorlar ama bu şehrin sakinleri insanları sevmiyor. Oysa çok dinine bağlı bir şehir İstanbul. Sinagoglar, kiliseler, camiler insanlarla dolup taşıyor. Ve üzerinde ampul işareti olan afişlerde bazılarının “İstanbul için aşkla yola çıktıkları” yazıyor. Oysa bu şehirde gerçek olmayan şeylerin başında aşk geliyor. 

Bir adam kaldırıma yatmış uyuyor. Utanmıyor, şehrin yüzsüzlüğü ona da geçmiş. İnsanlar onun ceketinin kenarına basıp geçiyorlar. Bu şehir onları o kadar vurdumduymaz yapmış ki, onlar da insanlıklarını sorgulamıyorlar. Bu tabloya sürekli rastlıyorsunuz. Kimse müdahale etmiyor bu akşamdan kalma şarapçılara. Bir süre bu şehirde yaşayınca her şey olağan geliyor insana. İnsan bulunduğu mekâna çok çabuk uyum sağlıyor. Ve burada iyi niyeti o kadar suistimal ediliyor ki insanın, sonunda o da diğer şehir sakinleri gibi kalpsiz olup çıkıyor. 

İnsanlar karanlığa kalmamak için neredeyse birbirlerinin üstlerine basarak o insan istifi otobüslere binmek için çabalayıp duruyorlar. Küçük yerlerde böyle tıklım tıklım otobüsler olmuyor, olsa da insanlar bir sonraki otobüsü bekliyorlar ezilmemek adına.
Yine de İstanbul seviliyor. Şairler onun için şiirler yazıyor, dünyanın dört bir yanından insanlar onu görmek için geliyorlar. İnsanları ondan ne kadar şikâyetçi olsa da, ayrı kalınca en fazla üç gün dayanıp tıpış tıpış İstanbullarına geri dönüyorlar. 

Bir şey ne kadar gizemli, ne kadar elde edilmesi zor olursa, o kadar cazibeli oluyor. İstanbul’un durumu da bu galiba. Kimse anlayamıyor İstanbul’u ve tamamen sahiplenemiyor kimse. Bu yüzden İstanbul her zaman güzel ve herkes onu istiyor. Aslında İstanbul çok iyi biliyor hiçbir özelliği olmadığını ve kullandığı politika sayesinde çok başarılı bir şekilde örtüyor kötü yönlerini. Tıpkı siyah giyip zayıf görünmek gibi…


Önceki gün Raising Hope izlerken Jimmy Kennedy’nin yazdığı bu şarkı denk geldi. Öyküme de tam uydu, buyurun:

“...
Even old New York was once New Amsterdam
Why they changed it, I can't say
(People just liked it better that way)
Take me back to Constantinople
No, you can't go back to Constantinople
Now it's Istanbul, not Constantinople
Why did Constantinople get the works?
That's nobody's business but the Turks'.”

Monolog


İki tarafı ağaçlarla kaplı bir yol… Sonu yok. Yürüyorum. Gökyüzü o kadar güzel ki! Kar tanelerinin peş peşe gelişini sabaha kadar izleyebilirim. Ağaçlar beyaz pijamalarını giymiş, gecenin gelmesini bekliyor. 

Aslında güzel bir gündü bugün. Ama nedense üzülmem gereken bir şey varmış gibi hissediyorum. Güzel bir gün geçirmeyi hak etmiyormuşum gibi… Olayların yeterince güzel geçmesi şaşırtıyor beni.

Doğru söylemek gerekirse, şehrin bu beyazlarla kaplı halini seviyorum. Bu manzarayı seyretmek, bembeyaz tenli bir bebeğin uyurkenki mimiklerini seyretmek gibi. Şehir temiz görünüyor en azından. Ama soğuk. Soğuğu sevmiyorum. Keşke kar sıcak olsaydı. Bakın yine şikâyet etmeye başladım. Ben böyleyim işte. Hiçbir şeyle yetinemiyorum. Gerçi bu halimden memnunum. Çünkü çok mutlu olduğumu hayal ettiğim zamanlarda hep aynı soruyla karşılaşıyorum: Ya sonra? Büyük mutluluğun sonunda daha büyük bir mutluluk mu var? Eğer öyleyse iyi ama ya kötü bir şey varsa? Kendimi riske atamam. Ya da bunları merak etmek, cevaplarını hiç bulamamak çok daha güzel. Yoksa ne anlamı kalırdı ki yaşamanın?

Ve ben araştırmayı seviyorum. Bunu daha yenilerde fark ettim. Benim için bir şeyi bilmek önemli değil, o bilgiyi elde etmeye çalışmak önemli. Bir şeyi elde etmek için ne kadar fazla çaba gösteriyorsan, o şey senin için o kadar değerli oluyor. Aslında bu tür cümleleri seviyorum. Hayat hakkında küçük ipuçları gibiler. Neden bilmiyorum ama son zamanlarda bu tür cümleleri çok sık kullanmaya başladım. Böyle gidersem erdem küpü olup çıkacağım. 

Erdemli olmak… Acaba şu karşıdan gelen mavi paltolu adam bunun anlamını biliyor mudur? Amaan! Erdemli olmak da çelişkili. Herkes erdemli olmaya çalışıyor. Oldun diyelim, ne oldu? Çok şey bilmenin ağırlığı omuzlarında ve artık yapacağın bir şey kalmadı. Kendine yeni bir hedef bulman gerekecek. Anlaşılan her şey tekrardan ibaret. Bu da insanları oyalamanın bir yolu olmalı. 

İnsanları anlayamıyorum. Biraz önce selam verdiğim kadın beni tanımadı. Daha dün tanışmıştık. Ben tanımamış olsam bile bana selam verene karşılık veririm. Benim asıl anlamadığım insanların değişmiş olması. 21. Yüzyıl ruh hali ya da teknolojinin insanlar üzerindeki olumsuz etkisi. Toplumla birey arasındaki mesafe o kadar fazlalaştı ki, dayanışmadan, beraberlikten, hatta sevgiden söz etmek mümkün değil. Bunu kadının yüz hatlarından da anlamak kolaydı. Ya da giydiği giysinin renginden… Gri…

Bu kadar yürüyüş yeter. Kardan adama döndüm. Zaten ağaçlar da uyumuş. Evi olmayanlar uyumak için bankamatik aramaya başladılar bile. Eve de geldim zaten.  Manzaralı bir hayat analizinden sonra sıcak bir ortamda dumanı üzerinde bir kahve iyi gelecektir bana. Pencereden dışarıyı izlerim. Kar tanelerinin yıldıza benzeyen yapılarını… Gelip geçenleri… Mutlu insanları, mutsuz insanları… Koşanları, yürüyenleri… Bu kalabalıkta birbirine çok yakın ama duygusal anlamda bir o kadar uzak insanları…